Cuma, Aralık 23, 2011

Aşağıdakiler ve Yukarıdaki

Son bir aydır savaştığımız hastalıkları üzerimizden atmaya başladık. Evin kızları yavaş yavaş düzeliyor. Tabii bu dönemi mecburen evde geçirmek zorunda kalan Zilli Prenses bize yeni malzemeler vermeye devam ediyor. Kızımın içindeki dominant ve kuralcı varlık da iyice yüzünü göstermeye başladı. Hâlâ ciddi bir Tembel Kasaba ve Hayal İzcileri hayranı olan sevgili kızım şarkıları ezberlemeye başladı. Bir yandan söyleyip bir yandan kendince zarif figürlerle dans ederek eşlik ediyor. Arada gaza gelip potpuri yapıyor. Baba kişisi de boş vaktini kızıyla değerlendirmek için kendisine sevdiği bir Tembel Kasaba şarkısıyla yaklaşma teşebbüsünde bulunur. Fakat hanım kızımız küçümser bir tavırla kafasını bile tam olarak çevirmeden babasına cevap verme zahmetine girer.

-O şarkıyı demin söylediler.

Monitörün arkasından yükselen anne kafası, kısa süren şaşkınlık ve annenin kıs kıs gülmesi. "Kapağını alayım mı hayatım?" diye yardım bile teklif etti canım! Ama etme bulma dünyası diye boşuna dememişler. Birkaç saat önce salondaki masanın üzerine çıkmış ağaç süsleyen kızımıza annesi "Yerim hüleyn beni seni bücür" diye hamle yaptı. Hedef belliydi. Popodan bir ısırık alınıp sonra neresi rastgelirse öpülecekti. Ama sevgili kızım bu sefer dönme zahmetine bile girmedi. "Anne rahatsız etme lütfen" lafının ardından anne screenshot gibi kaldı, baba kıs kıs güldü. Ama hakkını vermem lazım, karım gerçekten tam bir Fair-Play abidesi. Kulaklarından çıkan siyah dumana rağmen yanıma yaklaştı ve kapağını almamı rica etti.


İnsan bazen çocuğunun neleri nereden öğrendiğini çözemiyor. Veya bazı benzetmelerin hangi çağrışımlar aracılığıyla ortaya çıktığını. Bu akşam da yemekte artık kurcalamanın veya derine inmeye çalışmanın anlamsız olduğuna ve hakikaten "Çocuktur, ne yapsa yeridir" demek gerektiğine karar verdik. Yemek yediğimiz yerde Zilli Prenses'e gelen tabakta bir miktar maydonoz vardı. Bizimki de hafif hafif bunları kemirmeye başladı. Kızının otlaması annesini dünyanın en mutlu insanı yapıyor. Ben anlamıyorum ama kurcalamamak ve olabildiğince uyum sağlamak en güvenli yol. Şuna itiraz edecek bir erkek de tanımıyorum zaten. Bir süredir kemirdiği maydonozu inceleme ihtiyacı hisseden kızım önce şöyle bir kaç kez maydonozu çeşitli açılardan tanımaya çalıştı. Sonra yaprakları okşadı. Tam olarak hatırlıyorum, elinde dört yaprak (veya o yonca gibi olan kısmına ne deniyorsa) vardı. Kleopatra dürtmüş olacak ki bizimki bir anda sandalyesinde iyice arkasına yaslandı ve elindeki maydonozu yüzüne doğru yelpaze gibi sallayarak "Offf, çok da sıcak oldu burası" dedi. Biz bir şey diyemedik. Biz bir şey yapamadık. Biz öylece kalakaldık. Ve çocuk maydonozu yedi.

Cuma, Aralık 02, 2011

Erken Uyarı

Her ebeveynin dikkat etmesi gereken ileriye dönük işaretler vardır ama birçoğunu "Ah canım, çocuk işte" diyerek görmezden geliriz. Biz de farklı olduğumuzu iddia etmedik ama gözümüze gözümüze sokulan ve hani şu çok moda olan "Karma" muhabbetini destekleyen alametlere kayıtsız ve endişesiz kalamayacak duruma geldik. Gençliğimizden ve hatırladığımız kadarıyla çocukluğumuzdan aklımızda kalan ve bir kısmını "Ne piçmişiz be" diye belki de gururla andığımız bazı tavırlar, hani şu gazetelerde manşetten verilen tokat gibi cevap şeklinde suratımıza çarpınca önümüzdeki yılların robot resmi ortaya çıkmaya başladı.

Yatağa yatırılmak suretiyle uyuması umut edilen sevgili kızım daha önceki tepkilerinin işe yaramadığını görünce yepyeni bir taktikle annesinin karşısına çıktı. Diyalogu aynen aktarıyorum.

-Anne ben gözlerimi kapatamıyorum.
-Niye yavrum?
-Bozuldular. O yüzden uyuyamam.


Tahmin edileceği üzere akşam yatmak istemeyen çocuk sabah da kalkmak istemez. Bin bir dil dökülen Zilli Prenses, çizilen her türlü toz pembe tabloya rağmen kalkmamakta direnince kesin bir tavırla kendisine kalkması ve okula gitmesi gerektiğini bildirdim. Tek gözünü açıp yataktan kafasını kaldırmadan "Baba, karnım ağrıyor" dedi  ve kıçını dönüp uyumaya devam etti. Babaya da çocuğu yataktan sökmek kaldı.

Zaman zaman amaçlı veya amaçsız ailece yürüyüşlerimiz olur. Böyle zamanlarda da puset kavramını hayatının flu anılarından biri hâline getirmiş olan kızım da koşmayı tercih eder. Karı-koca yanımızda çocuğumuzla yürürken iki laf etme şansına bu nedenle sahip olamıyoruz çünkü nöbetleşe çocuk peşinde galop, sprint antrenmanı yapıyoruz. Hanımefendinin koşacak keyfi olmadığında, kısaca canı kapris yapmak istediğinde de kucak talepleri ardı arkası kesilmeden ebeveyne ulaşıyor. Mümkün mertebe kucaktan uzak tutmaya çalışıyoruz. "Ne gerek var kızım?", "Saçmalama, eşek kadar oldun" telkinlerinden majestelerine sıkıntı geldiği zaman da "Ah baba, çok bacağım ağrıyor. Geçen gün vurmuştum, o yüzden" veya "Anne ayağım ağrıyor, yürüyemiyorum" şeklinde ebeveyn kafalama taktiklerine geçiyor.

Yıkanmak hâlâ ciddi bir sorun. Kafasına, yüzüne su gelmesinden nefret ediyor Matmazel. Her banyo sefamız küçük kıyamet havasında geçiyor. Sadece elini tutan ve çeşitli şekillerde destek olan ben, apartmana yapılan "Hayır baba, yeter baba, yapma baba!" canlı yayını yüzünden komşular tarafından muhtemelen cani, psikopat ve dayakçı olarak görülüyor olmalıyım. Son zamanlarda bu tepkiler yerini çeşitli bahanelere bıraktı. Mesela tam banyoya girmek üzereyken gelen çiş bir türlü bitmek bilmiyor.

Kimi buna yediğimiz hurmalar der, kimi buna rüzgâr ekmek der, kimi etme bulma dünyası, kimi de karma der. Verilecek isim ne olursa olsun konuştuğumuz herkesin fikrini belirtme şekli değişmiyor:

Ergenlikte sıçtınız.

Salı, Kasım 22, 2011

Hatalıyız

Başlıktan da anlaşıldığı üzere farkındalığı yüksek bir ebeveyn olma yolunda emin ama ürkek adımlarla sekiyoruz. Kafamızda oluşturduğumuz ve veledin haberdar olmadığı binlerce ideal yerini yavaş yavaş endişeye bırakmaya başladı. Bir yerlerde yanlışlar girdabına kapılmış olmalıyız ki ne dersek tam tersi karşımıza çıksın. Zilli Prenses'ten en son "Tamam", "Peki", "Olur baba" gibi sözleri ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Muhterem eşime söz verdiğim, yılbaşından sonra düzelmeye başlar süresinin de sonuna gelmek üzere olduğumuz için şahsi gerginliğim iyice arttı. Ocak ayı içinde kaç defa "Hani düzelecekti bu çocuk? Yok ben kesin Chucky'yi doğurmuşum!" kalıbını duyacağımı tahmin bile etmek istemiyorum.


Gerginliği sevmeyen bir aile olduğumuz için çocuğumuzu da sakin, sessiz, kavgasız ve gürültüsüz bir hayat geçireceği şekilde büyütmeye çalışıyoruz. 24 saat beni benim tepeme koysanız kafayı yerim ama muhterem eşimin senelerdir gösterdiği sabır ve anlayış belki de genç dimağlara tez konusu olabilecek seviyede. Neyse, tabii ki çocuğumuzu hem yaşı hem de genel olarak konseptin hoş olmaması nedeniyle kavgalı, gürültülü ve şiddet içeren şeylerden uzak tutmaya özen gösteriyoruz. Bu konudaki tek derdim 7 yaşına kadar Star Wars ambargosu koyulmuş olması. Onu bir şekilde aşacağım ama henüz yolunu bulamadım. Bizim Zilli Prenses de Tembel Kasaba'nın bir bölümünde gördüğü dinozordan korktuğu için uzun süre o bölümü izletmedik. Rezil Robbie dinozor kostümüyle milleti korkutmaya çalışıyordu. Bir ara "Odamda dinozor var mı?" falan diye sorunca biz de tatlı tatlı kendisine böyle bir şey olmayacağını ve korkmasına gerek olmadığını söyledik. Söylemez olaydık. Kendi çocuğunu tanımayan ebeveyn olur mu? Olur işte. Çocuğun zamanla korkusu geçer diye ümit ederken bir anda karşımızda dinozor manyağı, evet harbiden manyağı, bir çocuk bulduk. Evde dinozor yapbozları, figürleri, resimleri ata sporumuz cirit oynamaya başladı. Tembel Kasaba'nın dinozorlu bölümü de kesmeyince farklı arayışlara yöneldik. Burada YouTube imdadımıza yetişir gibi oldu. Elde tablet, hanımefendiye dinozorlu videolar aramaya başladık. Bu arada şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Her dinozor dinozor değildir, ben dinozora dinozor demem T-Rex olmayınca konsepti nereden yerleşti henüz çözemedik. Konu dinozor hele T-Rex olunca tabii ki öyle pek sevimli görüntüler bulunmuyor. Yine böyle bir görüntü arayışında sevgili kızımla elimizde tablet yatak keyfi yaparken bulduğum bir videoda T-Rex efendi masum bir dinozora saldırdı ve o masum görünen dinozor da karşılık verme ihtiyacı hissetti. Hemen parmağımı durdurma düğmesine uzattım ve aynı anda Zilli Prenses'e açıklama yaptım. "Kızım bunlar kavga ediyor, geçelim." dedim. Aldığım cevaptan sonra sadece South Park sessizliği oldu.

-Ehehe, bırak baba kavga etsinler.

Tableti seven evladım uykusuz olduğu zamanlarda veya on parmak dokunmatik ekran kullanmaya çalışıp da aletin kapasitesini aşmaya çalıştığında hırçınlaşıyor. Böyle yanımda oturmuş oyununu oynarken bir anda gaza gelip tableti davul olarak kullanmaya başlayınca hemen elinden aldım ve eşyalarına düzgün davranmazsa onları geri alacağımı ifade ettim. Suratıma bakıp tablete okkalı bir şaplak atınca ben de zavallı cihazı hırçın kızın elinden alıp kaldırdım. Ertesi gün tekrar tableti isteyen ve önceki sevimsizliğinden eser kalmamış çocuğa da tabletin arızalandığını ve tamirciye yolladığımı söyledim. Aslında yine hata bizde, beklentiyi yüksek tutmamak lazım. Çocuğu tamirci, arıza kavramlarını ne kadar çözdüğünü anlamadan bunu söyleyince gelecek olan cevaba da şaşırmamak lazım.

-Baba tablet Tamirci Manny'de mi?

"Bu çocuk ne zaman babacı olacak kardeşim?" diye söylenmenin bedeli de banyoya girmek isteyen babanın klozet kapağının üzerine çöreklenmiş ve çıkmamakta ısrarcı çocukla yüz yüze gelmesidir. Elden bir şey gelmez dedim ve acil durumlar için sakladığım şort mayomu giymeye gittim. Şortla banyoya girip yıkanmanın her aşamasını da izleyen kıvırcığa açıkladıktan sonra tabii ki çıkma zamanı geldi. İmdada yetişen anne de çocuğu çıkaramayınca irisinden bir havlu uzattı ve hamam kaçkını gibi kabinden çıktım. Tahmin edersiniz ki mayonun çıkması ve yerine iç çamaşırı denen olgunun gelmesi lazım. Çocukken pis kabinlere beni sokmamak için elalemin ortasında havlu içinde mayomu değiştirme eylemini gerçekleştiren annemin taktiğini kullanmaya karar verdim. Yarı yolda çocuk dışarı çıkmaya karar verdi ve aceleyle işimi bitirmeye çalışırken hafif eğilmiş olduğum bir anda "Babaaaaaaa" diye geri dönen Zilli Prenses sevinçli bir hışımla kapıyı itince aldığım darbeyle ufak çapta bir sarsıntı geçirdim ama yine de görevimi başarıyla tamamladım. Saçlarım uzunken aklına gelmeyen kurutma meselesi için ısrarcı olan çocuğa da hayır diyemediğim için banyo sefamı iki büklüm, kafamda bir şiş ve o şişliğin üstüne yediğim iki adet sıcak fön darbesiyle tamamladım. İyiyim, beni merak etmeyin.

Perşembe, Kasım 10, 2011

Bir Terslik Var Ama...

Son birkaç haftadır her çocuğun okul yaşantısının vazgeçilmezi olan hastalık ve aileye bulaştırmayla mücadele ediyoruz. İki gün boyunca uykusunu alamamış tribün amigosu sesiyle dolaşan Zilli Prenses'in hâline üzülüyorduk ama sesinin komikliği yüzünden bir türlü hastalık havasına giremedik. Tabii ki çocuk hasta olunca annenin yarım saatte bir ateş ölçme serüveni de başlar. Önde kulağını kapatıp kaçan çocuk, arkada endişeli ve elinde dereceyle koşturan anne. Manzara süper. Sanki evde canlı Scooby Doo gösterimi var. Sonunda kıkırdayan çocuk yakalanır ve ateşine bakılır. Tabii ardından çocuk "Dereceyi veeeer" diye tutturur. Ona da hazırlıklıyız. Bozuk derece hemen kendisine verilir. Annesinden taktiği öğrenmiş olan Zilli Prenses hemen termometreyi kulağına götürür ve düğmesine basar. İşte bu noktada konsept karmaşası kendini gösterir. Ölçme işlemini bitiren cihaz üç bip sesiyle sahibine haber verir. O anki sahip konumundaki Zilli Prenses de kulağındaki derecenin seslenmesini  karşılıksız bırakmaz. "Alo? Kimsiniz?"

Evdeki yemek kavgasından haberdar olanlar vardır. Kim eline yiyecek bir şey almaya teşebbüs ederse sefil yaratık Fofo dibinde bitiyor. Kızım da bundan yeterince nasibini alıyor. Boy dezavantajı nedeniyle ekstra dikkatli olması lazım. Elindeki yiyecekleri havaya kaldırıp koltuğa koşturmak gibi bir çözüm üretti kendi kendine ama her zaman başarı sağlayamıyor. Elindeki keki mutfakta yavaş yavaş kemirirken bir taraftan da iş yapmaya çalışan anneye laf yetiştiren Zilli Prenses aniden ağlamaya başlayınca herkes panik oldu tabii. Hemen arkasında aceleyle yutkunmaya çalışan Fofo'yu görünce durumu anladık ama yine de küçük hanıma neler olup bittiğini ve neden böyle tutkuyla ağladığını sorduk. Meğer kek, ablanın hiç umurunda değilmiş. "Fofo ayağıma bastııııı" diye serzenişine salya sümük devam etti. Fofo'nun yemeğini almasından hatta kendi kaptırmış olmasından çok kıymetli ayağına dokunulması hanım kızımız için daha büyük bir hoşnutsuzluk kaynağıymış.

Sabah programımız anneyle kızın kahvaltı için uyanmalarının bir süre sonrasında da babanın kalkmasından ibaret. Arada sevgili kızım benim de kahvaltısı sırasında hazır bulunmamı istediği için gelip uyandırıyor. Daha önce bunun nasıl şiddet içeren bir eylem olduğundan söz etmiştim. Yine bu şekilde uyandırılmayı beklerken odaya hızla giren ayakların sesi aniden kesildi. Kısa bir sessizlik gerginliğime gerginlik kattı. Ama ayak sesleri aynı çabuklukla uzaklaşmaya başlayınca kafamı kaldırdım. Son gördüğüm şey başucumdaki tableti kapmış hâlde salona doğru kaçan çocuktu. Beş dakika daha uyuyacak olmama sevinsem mi yoksa tabletin benden kıymetli olmasına üzülsem mi hâlâ karar veremedim. Kararsız kaldığım diğer bir konu da beni uyandırmak (veya bu aralar tableti kaçırmak) için o kadar hevesli olan çocuğun, sabah okula gitmesi için uyandırılmasına cevaben "Anne biraz daha uyuyayım, beş dakika daha" demesinin genetik bir facia veya mucize olup olmadığı.

Minik yavrumuzun sahtekârlık denemeleri de sıklıkla olmasa da devam ediyor. En sevdiği şeyler arasında yer alan badem için yapmayacağı maymunluk yok diyebiliriz. Akşamüstü atıştırmalığı olarak minik bir kâseye koyduğum bademlere bakarak önce "Baba bunlar niye suda değil?" diye sorması hafif bir sefa "malum şeyliği" olacağının göstergesi olsa da, aynı kâseyi yan tutup bademleri tek tarafta topladıktan sonra "Baba buraya badem koymamışsın" demesi ergenlik zamanı ebeveyni nasıl uyutmaya çalışacağının da alameti olarak algılanabilir. Yemezler kızım, anan da baban da çok geçti o yollardan.

Tam yazıyı bitirirken bu aralar sevdiği çizgi filmlerden olan Jake ve Var Olmayan Ülkenin Korsanları başladı. O anda salonda bulunmayan Zilli Prenses'in koşturarak geldiğini duydum ve yüzümde sebepsiz bir gülümseme belirdi. Çizgi filmin baş kahramanı Jake de her bölümün başında izleyen tüm çocuklara korsan ekibine katılmak isterler mi diye soruyor. İçeriden gelen ayak seslerine karışan "Eveeeeeet" çığlığını da duyduğumda gülümsemem biraz daha belirgin bir hâl aldı. Ta ki aynı çocuğun çizgi filmi seyretmek için elinde çamaşır sepetiyle salona girdiğini görene dek. Bağlantıyı çözmeye uğraşmadım, bazı şeyleri hiç kurcalamamak lazım.

Pazar, Ekim 16, 2011

Dedik ki Gezelim

Cuma akşamı uzun zamandır canı onun tabiriyle "Şöyle baba bir İskender" çeken eşime ertesi sabah Bursa'ya gitmeyi teklif ettim. Tabii ki hayır demedi. Ne yapsak, nasıl yapsak, kaçta yapsak gibi görüşmelerin ardından kusursuz bir plan oluşturduk ve tabii ki yine ailemizin en büyük özelliğini unutarak erken kalkmak üzere yattık.

Ailemizin en büyük özelliği de yaptığımız hiçbir programa ilk dakikasından itibaren uyamamak olduğu için ertesi sabah ilk iş olarak Pendik-Yalova feribotunu kaçırdık. Sabahın yedisinde uykusunda uyandırılmış dünya tatlısı ve her konuda uyumlu çocukla birlikte Eskihisar'a çevirdik rotamızı. Otuz saniyelik aralıklarla "Ben gemiye binmiycüüüm", "Baba ne zaman gemiye bincüüz?" gelgitlerini yaşamaya başladığımız noktada canım hayat arkadaşımla "Dönsek mi acaba?" bakışlarını attık. Ama kararlıydık. Feribota bindik. Üst kata tost almaya çıktık. Kıvırcık Tehlike ve annesi vapurda rutin teftişlerde bulunurken ben de tostlarımızı aldım. Bir anda tost sevdası kabaran Zilli Prenses annesinin tostunu zorla alarak az önceki feribot rutinini tosta uyarladı. Dışarıdan bir babanın, bir çocuğun tostundan yiyen anne tuhaf görünse de bu şekilde beslenmeye devam ettik.




Yalova-Bursa arasını uyuyarak geçiren Zilli Prenses gezmeyi planladığımız yerlerde huysuzluk çıkarmaz umuduyla doldurdu içimizi. Bu arada muhterem Frodo'nun da bu gezide bize eşlik ettiğini eklemek istiyorum. Ailemizin bir üyesi olarak herhangi bir organizasyonda arıza çıkarmaması tabii ki imkânsız. İshal köpekle seyahate çıkmak mola sayısını %200 artırıyormuş, onu öğrendik. Ama Hünkâr Köşkü yokuşunda geç fark ettiğim irice bir tümseğin üzerinden uçarken dikiz aynasında tavandan seken köpeği görmek tüm dertlere değdi.

Hünkar Köşkü, Ulucami, Kapalıçarşı ve çevresinde kaçmak ve geri dönmemekte ısrar etmek dışında fazla sorun çıkarmayan küçük hanım, yorgunluk belirtileriyle birlikte normal hâline döndü. Yani canımıza okumaya. Sırasıyla kül tablası, ceviz, simit, yeşil çay, cezve ve fotoğraf makinesi krizlerine giren hanımefendiyi sakinleştirmek için dağa çıkmayı teklif ettik. Aşağıdan hoş göründü ve kabul etti ama teleferik yolculuğunun ikinci kısmında dönüşün sıkıntılı olacağının sinyallerini verdi. Ufak bir parantez açayım. Yukarı çıkana kadar 6-7 tane direk atlaması yapılıyor ve tren köprüsünden arabayla geçmişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Teleferikteki otuz kişinin "Huuoooooppalaaaaa", "Ayyyyy Recai!", "A... koyyim" feryatları da pek yardımcı olmuyor.

Tepeye çıktığımızda önce biraz yürüyüş yaptık. Epey sisli bir havada bir süre yürüdükten sonra hafif ürpermeler eşliğinde bir şeyler içmek, yemek ve ısınmak amacıyla başlangıç noktamızdaki lokantaya doğru yola çıktık. Zilli Prenses'e yankının ne olduğunu öğretmek için uğraştık ama korktuğunu belirterek hemen buna bir son vermemizi emretti. Haklı, korkutmanın alemi yok çocuğu. Ama aynı çocuk lokantada yemek yerken yankı etkisi elde etmek için duvarlara ismini bağırınca anne ve babaya göz yuvarlamak kalıyor.

Dönüş için teleferiğe binmemizin ardından baba olmanın insanı ne kadar yaratıcı ve toplum gözünde maymun yaptığını da öğrenmiş oldum. Her direkte "Baba sallandık mı?" diye soran kucağımdaki çocuğu rahatlatmak için "Hayır kızım, horon teptim", "Hayır kızım hıçkırık tuttu" gibi cevaplar vermek zorunda kaldım. İşe yaradı mı? Yaradı. Gerisi teferruattır.

Saat 19.30 gibi başladığımız dönüş yolculuğumuzda ufak tefek alışverişler için durduk. 20.30'a doğru sızan Zilli Prenses feribottan inerken uyandı ve ben bu yazıyı yazarken hâlâ uyanık. Bu arada sabah yedide evden tam kadro çıkıp da gecenin on birinde ellerinde pazar torbalarıyla dönen site sakinlerini gören güvenliğin "Manyak bunlar" bakışları da gözümüzden kaçmadı. Karım gittiği şehirlerin pazarlarını eve getirmeyi seviyor, elimden bir şey gelmez.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

Yuva Deneyimleri Üzerine

Hayatımızda yeni bir dönem başladı. Zilli Prenses tüm itirazlarıma rağmen sosyalleşmek istediğine karar verdi ve mecburen yuva aramaya başladık. Çocuklarla oynamak istiyormuş, arkadaşları olsunmuş, peh! Neyse, tabii ki itiraz hakkımız bulunmadığı için araştırmamıza başladık. Sevimli ve cana yakın bir kişilik olmam nedeniyle ilk turu ve elemeyi kazasız belasız atlatmak amacıyla annemizi görevlendirdik. Düştü yollara ve çevredeki yuvaları incelemeye başladı. Birkaç günlük detaylı inceleme ve soruşturma sonucunda aday adaylarını beşe indirdi ve en şapşal anımda bana sundu. Ön elemeyi sadece üç tanesi geçebildi. Bu, onların hikâyesidir.

Ön elemeyi geçen yuvalardan birincisiyle görüşmek için cebren ve hile ile sokağa çıkarıldım. Yuva veya okul her neyse işte onun yöneticisine hedefimizi ve kafamızdaki ideal yuvayı anlattık. Tabii ki ne istiyorsak onlar da sunuyordu. Peki dedik, bir deneyelim. "Aman efendim oryantasyon, vay efendim seviye belirleme" falan gibi zırvalarla beynimizi doldurmaya çalışmalarına prim vermeyerek deneme süresine başladık. Israrla sosyalleşmek isteyen çocuğa dört gün boyunca günde birer saatten karalama yaptırmalarının ardından bana fenalıklar geldi. Önce bu dört günü birlikte geçirdiği öğretmen sıfatlı hanım kızımıza durumu sordum. Muhterem eşimin daha ikinci günden aldığı "Gruba hazır" cevabı yinelendi. O zaman da sorgulamanın yönünü okul psikoloğu dedikleri ilginç hanımefendiye çevirdim. Görüşmeniz özeti aşağıda.

-Neden hâlâ kısa süreli bile olsa gruba alınmadı?
*Ehem şey biz öğretmenine soracağız durumunu.

-Öğretmeni hazır dedi. Değil mi hanımefendi? (Başıyla onaylayıp kaçar)
*Yarın (Cuma) da böyle geçsin. Pazartesi çocuklarda Pazartesi sendromu oluyor, gruba alamayız. Salı da resim yapar, Çarşamba azar azar başlarız.

(Buraya köpürmüş baba efekti gelecek)

-Sizin işiniz değil mi o sendromdan çocukları çıkarmak?
*Ehem, şey, bik bik de bik bik aslında ama...

Malumunuz terk-i diyar eyledik ve kendileriyle ilişkimizi başlamadan bitirdik. Sinir basan babayı evde sakinleştirme ve tüm yuvaların böyle olmadığına ikna turlarından sonra ertesi sabah ikinci aday yuvaya gittik. Sahibi olan hanımefendi açıklamalarda bulunarak deneme için bizi ikna etti. Bu arada bu iki yuvanın da çok bilinen ve çok tavsiye edilen yerler olduğunu belirmeden geçmeyeyim.

Neyse, başladık oradaki denememize. İlk gün yine resim yapıp döndü bizimki. Ama bu sefer annesini sordu. İkinci gün de ben götürdüm ve dört kez yanıma geldi. Geldiğimde ve çıkarken yuvanın ana kapısının da açık olduğunu ve güvenlik olmadığını görünce zaten %90 kararımı vermiştim. Ama öğretmeni bu kararın kalan %10'luk kısmını hemen doldurdu. Kendilerinin söylediği programa göre iki saat kalacak diye götürdüğüm günde bir saat sonra yanıma gelen öğretmenin sözleri de aşağıda.

"Merhaba, süreniz doldu. Kızınız salıncakta, ben indiremedim." (İndiremediği kızın fotoğrafı yanda)

Kızımı tanımadığım bir velinin yanında bulunca iyice köpürdüm. Kaptığım gibi çıktım ve kızımın burayı beğenmediğini ve bir daha gelmeyeceğini söyledim. Zaten markette bile başını alıp giden kız dört defa koşa koşa annesinin-babasının yanına geliyorsa oradan koşarak uzaklaşma vakti gelmiştir.

Tabii ertesi gün son aday yuvaya gittik. Önceki iki faciadan ağzı yanmış ve yeni tecrübelerle kuşanmış olarak yuva sahibinin karşısına çıktık. Daha önce bize anlatılmayan birçok konuda bilgi verdi. "Aman da bize gelin, ölümü görün gelmezseniz, size cenneti vadediyorum" tavrını görmediğimiz için kanımız ısındı. Kendinden emin ve mesafeli tavırlarıyla biraz olsun içimizi rahatlattı. Üstelik bizim Zilli Prenses hemen ertesi gün grupla başladı ve çok eğlendi. Ne anneyi ne de babayı sormadığı gibi öğle olunca eve gitmek istemedi. Buna ayrıca uyuz oldum ama o başka bir günün konusu. Bu da yetmezmiş gibi bizimki diğer çocuklarla oturup yemekhanede yemek yedi. Bize söylendiğine göre hemen sevinmemek lazımmış, birkaç hafta sonra da sorun çıkabilirmiş. Şimdilik Zilli Prenses'in mutlu olduğuna sevinmek dışında bir şey elimizden gelmiyor.

Yuva maceramız şimdilik duraklama dönemine girmiş görünüyor. Zilli Prenses'in birkaç yeni vukuatından söz edip yazımı noktalayacağım. Yalakalık konusunda ihtisas yapmak isteyeni kendisine yönlendirebiliriz artık.

-Seni çok özledim anneciğim.
-Ben de seni kızım.

-Seni çok "seviyoum" anneciğim.
-Ben de seni kızım.

-Babamın telefonunu versene anne.
-Babanın da senin de...

Talimat verme konusunda da muhterem çok sevgili bir tanecik melek eşimin genlerini aldığı da yuva denemeleri sırasında tescillendi. Bekleme odasında otururken, bahçeden gelen seslerin bir kısmı şöyleydi.

-Hayır tek elinle değil iki elinle salla!

-Hayır bu tarafa gidilmez. Burada kal sen de.

-Hayır o böyle yapılmaz, ben göstereyim.

Gören duyan da evde sürekli bir şeylerine karışılıyor, her şey katı kurallar çerçevesinde yapılıyor sanacak.  Yok efendim, bizim evde imkânsız işte o.

Cumartesi, Eylül 17, 2011

Baba Olmanın Dayanılmaz Paniği


Son kararım Zilli Prenses'in fazla hızlı büyüdüğüdür. Elini ayağını kontrol edemeyen patates suratlı canlıdan şu anki hâline evrilmesini hâlâ tam olarak kabullenemedim ama utanmadan bir de yuvaya başlayacak şimdi. Muhterem eşimin yaptığı ön görüşmeler sonucunda Berserker Mode'a bağlamadan konuşup anlaşabileceğim iki adet yuva tespit edildi. Bir hafta boyunca her gün sırasıyla sebepsiz bir şekilde karnım, başım, bileğim ve bacağım ağrıdığı için gidemediğimiz bu yerlere Cuma günü sürüklenerek götürüldüm. Yuva dediniz mi zaten illa ki başka çocuklar ve bir sürü oynayacak şey oluyor etrafta. İçeri girdikten sonra babayı kim takar? Oynadığı yere bakan pencereden kafayı uzatıp hatırını sorduğum zaman da hanımefendi beni şöyle bir süzüp cevap vermeden oyununa döndü her seferinde. Uyuz.

Fazla uzatmayayım, sonunda gideceği yuvaya karar verildi. Anne mutlu, çocuk mutlu, baba dağ başında yaşama planları yapıyor. Bu kadar karmaşık duygular içinde eve vardık. Fırsatını bulduğumuzda hanımefendiye okulda nasıl davranması gerektiğini ve orada nelerle karşılaşabileceğini anlatıyoruz. Klasik ebeveyn davranışları işte. Abartmamak da lazım. Parkta çocuğuna "Vur gözüne sen de!", "Vermesene sıranı evlaaadııım!", "Sen niye ona vurmuyorsun, hı?" diyen süpersonik ebeveynlere de benzememek lazım. Aradaki çizgi pek ince olmasa da bazı dürtülerin fırsat kolladığını inkâr etmeyeceğim. Okulun verdiği ankette bulunan "Hangi etkinliklerde yer alabilirsiniz?" sorunundaki tüm şıkları işaretlemek üzereyken sevgili eşimin "Kurabiye mi pişireceksin çocuklarla manyak?" uyarısıyla kendime geldim. Her şeye de bir cevabı var hanımefendinin. Uyuz.

Bu meseleyi de hallettikten sonra normal hayatıma dönmeye çabalamaya başladım. Bizim Fofo'nun da hazır çişi gelmiş belli, onu kapıp sokağa çıkayım dedim. Maalesef oğlumun en büyük korkusu da o anda gerçekleşti. Tasma sesini duyan Zilli Prenses koşarak içeriden geldi ve "Baba ben de Frodo'yu gezdirüüm" dedi. Ne kadar dil döktüysem vazgeçiremedim ve Emel Sokak'ta Kâbus: Fofo'nun Kâbusları adlı filmde yeni bir bölüm başladı. Tek isteği işemek ve belki de bir büyüğünü yapmak olan köpek hayvanı,  üzerine binmek isteyen çocuktan kaçmak için taksitli işeme seçeneğini kullanmak zorunda kaldı. Bu arada tasmanın yaklaşık 15 santiminin kendisine kalması da sıkıntı verici bir gezinti olmasına sebep oldu. İşemenin üçüncü taksitinden sonra sitenin kapısına yöneldi ve köpek üstü bir çabayla eve doğru gitmeye çalıştı. Onun da işi zor. Bazen hayvan boş boş ufka dalıyor ve o arada sol gözünün seğirdiğini görüyorum. Evin tek hâkimiyken sonradan gelen garip yaratığın saltanatı ele geçirmesini çaresizlikle izledi. Ayda bir mesaneyi eve boşaltarak tepkisini dile getirmeye de devam ediyor. Uyuz.

Akşam geç saate kadar çalıştığım için muhterem eşim bana kıyamadı ve bu sabah biraz fazla uyumama izin verdi. Hanımlar kalkıp kahvaltılarını ettiler. Yarım saat sonra da ben kalktım ve koridora çıktığımda salon tarafından gelen kıvırcık deli koşarak boynuma sarıldı ve hayatımı altüst etti. Başını omzuma koydu ve bana "Seni çok seviyorum baba" dedi. Tutuldum. Japon çizgi filmlerindeki gibi ağlamamak için kendimi kastım ve sadece ağlamaklı bir sesle "Ben de seni seviyorum" diyebildim. Dolu dolu gözlerle baktığım Genelkurmay Başkanımız "Aaaa sana ilk defa mı söyledi? O yüzden mi böyle oldun?" deyince de homurdanarak giyinmeye gittim. Arkamdan daha neler çeviriyorlar da haberim yok acaba. Uyuzlar.

Çarşamba, Eylül 07, 2011

Yorulursa Uyur

Çocuklar için en çok kullanılan laflardan biri. "Oh oh koşsun, coşsun. Akşam da güzel güzel erkenden uyur." Biz de aynı umutları besleyen saf bir çifttik. Bugüne kadar. Bugün tüm hayallerimiz, umutlarımız yıkıldı. Bugün geleceğe dair umudumuz kalmadı. Bugün tükendik. Yorgunuz.

Zilli Prenses 09.00'da kalktı ve yatağımıza geldi. Ne güzel, insanın sabah evladının sesiyle (ve tokadıyla) uyanması kadar güzel bir şey olamaz. Kahvaltı faslına girişildi. O arada Sayın Genelkurmay Başkanı "Hani adaya gidecektik?" diye sorunca ben de cengaver koca olarak hemen "Toplanın gidiyoruz" cevabını verdim. Toplandık. Ama çıkamadık. Çünkü arabanın anahtarı ortalarda yoktu. Motora 20 dakika vardı ve arabanın anahtarı kayıptı. Hummalı bir arama-kurtarma çalışması başladı. O çekmece benim, bu buzdolabı da benim, hepsi kesinlikle benim aranmaya başlandı. Çok iyi saydım, tam iki defa Zilli Prenses'e arabanın anahtarını görüp görmediğini sordum. İkisinde de "Hayır, ben görmedim" cevabını aldım. Motoru kaçırdığımız kesinleşti. Küçük odadaki oyuncak sepetine bakmış mıydık istişaresinin ardından sözü geçen sepete gidildi ve oradaki şekil öğretici atlı karıncamsı oyuncağın içinde Keçi'nin anahtarı duruyordu.

-Kızım hani yerin bilmiyordun?
-Aaaa bulmuşsun baba, bravoooooo!

Evin Büyük Hanım'ı yine bir şey demeden uzaklaştı ve ayakkabılarını giydi. Yola çıkıldı ve motora bindik. Motorun denizde yarattığı köpüklerin kendisi için olduğunu iddia eden kızımla olaysız bir yolculuk geçirdikten sonra Büyükada'ya vardık. Oraya buraya kaçan kıvırcık tehlikenin peşinde koşmaktan arta kalan zamanda çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği yerlerin ne kadar değiştiğini konuşup durduk. Bezi bırakalı birkaç hafta olduğu için çiş konusuna ekstra dikkat ediliyor. "Çişin var mı?" sorusuna alınan yarım yamalak bir cevap hemen ebeveyni alarma geçiriyor. Bir pastaneye girdik ve kahveyle limonata söyledik. Arada hanımlar tuvalete gitti. Tabii ki daha önce onlarca kez başımıza gelen sahne tekrarlandı. Çocuğu klozete uygun ve maksimum hijyen sağlayacak pozisyonda oturtmaya çalışmış ve şaşı olmuş anneyle çişini yapmamış çocuk geri döndüler.

Oradan kalktıktan sonra öğle yemeğimizi yemeye gittik. Nispeten olaysız geçti. Karabatak, martı ve leylek  seyretme aşkına bir şeyler yiyebildik ve yedirebildik. Hemen ardından da faytona binip küçük tura çıktık. Atlar, kakaları, eşekler ve kulakları hakkında önemli meseleler konuşarak geçen fayton yolculuğumuz atlardan birinin tökezleyip düşmesiyle bir anda aksiyon kazandı. Kireç Suratlı Karım adlı romanı da yazmaya böyle karar verdim zaten.

Turu bitirdikten sonra tıkınma seansımıza devam ettik ve Zilli Prenses'in yere oturup adanın köpeklerine telefondaki kendisine ait fotoğrafları ve videoları izlettirmesini seyre koyulduk. Kendi aralarında bir haberleşme sistemi olsa gerek çünkü o tarafa doğru gelen iki köpek de son anda ters tarafa dönüp hızla uzaklaşmaya başladı.

Dönüşte motorda uyumasın diye her türlü maymunluk yapıldı. Eve geldiğimizde saat 18.00'e geliyordu ve iki saat daha oyalarsak erkenden yatacağına ve bizim de biraz dinlenebileceğimize kanaat getirdik. İşte bu bizim ölümcül hatamızdı. Sekizde yemeğini yiyen çocuk koltuğuna geçti ve Tembel Kasaba izlemeye başladı. Sevgili arkadaşlarımızın Twitter üzerinde yaptığı birlikte maç ve ıslak kek davetini bile geri çevirmek zorunda kaldık çünkü gözler artık açıktan çok kapalı konumda duruyordu. Ne kadar safmışız ki bunun kalıcı olacağını sandık. Maç başladı ve daha üçüncü dakikada bizimki ayaklandı ve küçük odadaki el arabasını getirip içindeki oyuncakları salonun ortasına döktü. İçeriden "Chucky mi lan buuuu?" diye bir çığlık geldi ama cevap verecek durumda değildim çünkü karşımdaki velet "Baba sen maç seyretme, gel oynayalım" diyordu. Bunun ailemiz için tanıdık bir sahne olduğunu yakınlarımız iyi bilir. Ne kadar dil döktüysek de yatmaya ikna edemedik. Sonunda tüm babalık otoritemi kullanarak "Haydi bakalım, yatıyorsun. Hemen yatağa" dedim. Annesiyle yatmak isteyen Chucky'nin Gelini bizim odaya konuşlandı. Israrlara dayanamayarak ben de yanlarına uzandım. Karanlıkta hafif hafif mayışmaya başlarken soluma döndüm. Dudaklarıyla oynayan ve gözlerini bana dikmiş çocuğu gördüm. Kendime sabır diledim, hanımefendi annesine döndü. Bir süre daha bekledim. Anne hazretleri de mayışmaya başlamıştı ve hemen çocuğa eğilip uyudu mu diye bakmak istedim ve anında geri kaçtım çünkü burnuma doğru gelen ağzı ve ısırmaya hazır dişleri fark ettim. Kaçtığım anda da arkasından bir kahkaha işittim. Uyumamış. Hâlâ uyumamış.

Çaresiz kalkın çıkıyoruz dedim. Yakındaki McDonald's'a gidip birer hamburger alalım, herhâlde yolda uyur ortak kanısına vardık. Kızım hazretleri annesine bakıp "Sen de gelecek misin anne? Biz babamla gidiyoruz" dedi. Annenin bakışları o anda çok şey anlatıyordu ama çaresizlik en belirginiydi. Kalktık, çıktık, birer hamburger yedik, tuvalet faslını tekrar yaşadık, çocuk merdivenlerden ve cam kenarlarından zıplayıp tek elle sandalyelere tırmandı, korktuk, ürktük, tükendik. Daha bir aylıkken o zamanki doktorunun söylediği ve türkçe meali "Sıçtınız" olan açıklamayı hatırladık. Bu gerçekten böyle gidecekti. 2,5 yaşına gelmişti ve ilk günkü kadar uyku düşmanıydı.

Başımız öne eğik dışarı çıktık. Arabaya bindik ve sağ şerit boyunca semt turu atmaya başladık. Sonunda uyudu. Ve döndük. Korkarak arabadan çıkardık. Korkarak yatağına yatırdık. Korkarak derin birer nefes aldık. Ve yorulduğumuzu fark ettik. Kahve zamanı.

Salı, Ağustos 23, 2011

Sürekli Büyüyor Efendim, Engel Olamıyoruz

Böyle bunlar. Agucuk bugucuk bik bik yaparken bir de bakmışsınız kontrolü ele geçirmişler ve evde kendileri dışında kalan herkesi kadrolu sirk maymunu olarak kullanmaya başlamışlar. "Onu getir, yok oraya değil, buraya." "Bunu isterim. Yok, onu değil, şunu." "İzciler aç. Hayır!!!! Bırak Korsanlar kalsın, bitince açarsın." Buraya ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Programın bitmesi sondaki yazıların geçmeye başlaması değildir. Yapımcı firmanın logusu çıkıp da ses kesilene kadar kumandaya dokunan yanmıştır.


Az önce çocuk kulübüne gitmek için evden ayrılan kızıma, bakalım ne kadar babacı olmuş testi yapayım dedim. "Beni tek başıma bırakıp oynamaya mı gidiyorsun? Ben ne yapacağım şimdi burada?" diye sordum. Kısa ve net bir cevap verdi.

-Otur ve çalış. Bir yere gitme.

Kıs kıs gülerek tüyen anne de gözümden kaçmadı. Neyse, alıştık artık deyip geçiyoruz. Biz alıştık ama Fofo için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zilli Prenses'in evdeki boyu boyuna huyu huyuna tek eğlence olarak gördüğü zavallı Frodo zorla oyun oynama eziyeti çekiyor. Ellerini yıkadıktan sonra tuvaletten çıkan ev delisinin canı kovalamaca oynamak isteyince Fofo'nun karnına tekmeyi yapıştırdı ve "Koş Fofo koş, yakala beni!" diye bağırmaya başladı. Midesi ağzından fırlayan Fofo da ters yöne doğru kaçıp evin içinde güvenli bir yer aramaya başladı.

Zavallının eziyeti bununla da bitmiyor. Zilli Prenses'in en sevdiği oyunlardan birinin yatakta veya koltukta zıplarken kendini benim üzerime bırakmak olduğunu galiba söylemiştim. Biz çok eğleniyoruz bunu yaparken ama domestik deli, baba çalışırken aynı oyunu Frodo'yla oynamaya karar verince ortalık karıştı. Önce yanında zıplayıp ufak-tefek ayak dürtmeleriyle başlayan oyun sonra üzerinde zıplamaya çalışma aşamasına geçti. Bu arada atlaması yarım kalıp da Fofo'ya takılıp düşen hatunun kısmen altında kalan kum torbasından bozma köpeğin gözleri büyüdü yürek kadar. İfadesini yanlış okumadıysam o bir saniye içinde son duasını etti. Neyse ki sadece odun bacakların altında kaldı da ucuz kurtardı. Sonrasındaki muhabbet zaten hep aynı.

-Yapma kızım, etme kızım, o küçük kızım.
-Fofo odama gel.

-Ne odası kızım? Rahat bırak çocuğu! (Frodo için kızın odasının Buffalo Bill'in evindeki kuyudan farkı yok.)

 Zaman kavramının ne zaman oturacağını bilmiyorum ama kendince belirlediği zamana bağlı hedefleri de var.

-Kızım ne zaman toplayacaksın salonu?
-2 yaşında.

-Kızım ne zaman öğreneceksin oyuncaklarına iyi bakmayı?
-2 yaşında.

-Kızım lütfen artık yemeğini sofrada yer misin?
-Ben 4 yaşında paten yapcüüm.
-...

Not: Bu olaylarda anne-baba dışında hiçbir canlıya zarar gelmemiştir. Köpek iyi, hatta bizden bile iyi.

Salı, Ağustos 16, 2011

Çalaklavye

Bizim Zilli Prenses hızla 2 yaş sendromunun zirvelerine doğru ilerlerken, sevgili uzmanlarımızın sürekli tekrar ettiği ve sabırlı olmamız konusunda bizi uyardığı karakter oluşturma aşaması da iyice kendini belli etmeye başladı. Burada benim ilgimi çeken (biraz da ürküten) nokta bu karakter dedikleri şeyin ne kadar genetik faktörlere bağlı olduğu. Şu anki görünüş itibariyle evin Genelkurmay Başkanı bu ablayı doğurmamış, doğrudan mitoz bölünmüş. 18 saat doğumu bekledikten sonra apar topar "Sezaryen yapacağız keh keh" diye ameliyathaneye alınmasının ve benim içeriye alınmamamın şüphe uyandırması lazımdı ama toyluk işte, o anda düşünemedim.

Çok WoW oynadığımız zamanlarda uykusunda "Mana bitti Sinto!" diye bağıran veya sabaha karşı kendi uyanmadan beni uyandırıp "Kalk, raid varmış. Şimdi Hollanda'dan aradılar" diyen sevgili eşimin doğurduğu canım kızım da uykusunda Hayal İzcileri'ni, Frodo'yu ve günün olaylarını bize anlatmaktan geri kalmıyor. Bazen salonda Fofo'nun yanına kıvrılsam da onlar odadan odaya konuşsa, ben hiç bulaşmasam ve güzel bir uyku çeksem diye içimden geçmiyor değil.

Bana çektiği tek konu damak zevki. Hemen hemen aynı şeyleri seviyoruz ve aynı kıvamda yiyoruz. Tatlıya da düşkün değil, çok güzel. Ancak bir zaafı var kızımın. O da Mozartkugeln. Yapbozunu bitirdiğinde, tuvalete gittiğinde, yemeğini bitirdiğinde kısacası kendisi için başarı sayılan her şeyde bu çikolatayla ödüllendirilmek istiyor. Günde bir taneden fazla vermek istemediğimiz için de bunu çok özenli seçmek zorundayız. Öyle böyle değil, stresimiz çok büyük yani. Ancak bu olayda ufak bir sorun var. O da kızımın bu sevdiği çikolatayı isterken kullandığı tabir. Top Mozart!

Sevgili kızım bu aralar kendine yeni bir hobi buldu. Pinpon. Her sabah "Günaydın kızım" dedikten sonra aldığımız cevap "Pinpon oynamaya gidelim" oluyor. Ama henüz oyunla malzemeleri arasındaki farkı öğrenemedi. "Baba sen pinponunu al", "Pinponlar nerede?", "Biz pinpona geldik" gibi kalıplarla raket, top ve masayı aynı kefeye koyup olayı tek ve kolay bir kelimeyle halletmiş olduk. Kızımı tanıyanlar bu kısımları kendine has tonlamasıyla (ki biz kısaca kendisine IVR Teyze diyoruz) okurlarsa daha ilgi çekici olacaktır. "Hangi dondurmadan yiyorsun?" diye sorulan çocuk "Bir. Top. Karamelli. Donduuma. Yiyüüm." şeklinde cevap vererek yılların santral seslendirmecisi ablalarına taş çıkarıyor.

Bu aralar evdeki her türlü cihaz ilgi alanımıza girmeye başladı. Kendi kendine program değiştiren hatta çalışmaya başlayan bulaşık makineleri, durup dururken içindekileri yıkamaktan vazgeçen veya "Yok, bu kadar kısa programda çıkmaz bu kirler" diye karar veren çamaşır makineleri, 45 haneli numaraları aramış telefonlar, dinlenmeye karar verip kablosunu çeken harici diskler veya evdeki herhangi bir odadan yola çıkarak kendini herhangi bir bilgisayarın USB portuna bağlı bulan ayaklı MP3 çalarlar ev hayatımıza bir Disney şatosu havası katıyor. En çok da benim telefon eziyet çekiyor. Dokunmatik ekran kullanmayı öğrendiği andan itibaren telefon sürekli uçak modunda geziyor. Kendi fotoğraflarıyla videolarını izlemeye bayılan Zilli Prenses geri kalan zamanda da boyama yaparak ve her türlü ayarı kurcalayarak her akşam yatmadan telefon ayarlarını eski hâline getirme antrenmanı yaptırıyor bana.

Büyüdükçe gelişen özgüven arada yüzsüzlük olarak da kendini gösteriyor. "Ay canım, özledim seni be" diyen eşe, dosta, hısım ve akrabaya "Gelmedin ki görmeye" diye postayı koymak da en son bombamız.

Pazartesi, Temmuz 11, 2011

Kemik Suyu

Efendim bizim evin delisinin çok sevdiği bir program var. Hayal İzcileri. Elemanların hepsinin isimleri ezbere biliniyor, komşu Nina'nın kıyafet rengine dikkat ediliyor ve Depo Faresi'nin sorunlarıyla yakından ilgileniliyor. Her bölümün başında da o bölümün adını dış ses söylüyor. Tabii bu da "İzciler aç baba" olayını "Baba İzciler aç, diş ağrısını istiyorum"a döndürdü. Güzel, sorun yok. Çocuk duyduğunu anlıyor diye sevinirken ev halkını paniğe saran bir olay gerçekleşti. Hanım kızımız izciler seyrederken bir anda o bölümü istemediğine karar verdi ve annesinden başka bölüm istemeye başladı. Fakat anne hangi bölüm olduğunu bir türlü anlamadı. Çünkü çocuk "Kemik suyuuuuuuuuuu! Kemik suyuuuuuuuuuuuuuu!" diye bağırıyordu.Bildiğimiz kemik suyu. Yanlış duymadık. Çocuk teyit etti, yalanımız yok.

-Evladım kemik suyu mu?
-Evet.

-Kemik suyu hangisi aşkım?
-Vuaaaaaaa! Kemik suyuuuuuuuuuuuuuuu!

Bu muhabbet bir süre devam etti ancak hangi bölüm olduğunu anlamak konusunda bir mutabakata varılamadı. Çaresiz kaydedilmiş tüm bölümler (az değil, iki sezonu tamamladık sayılır) taranmaya başlandı. Ve aniden kızım talimat verdi.

-Bu kalsın.

Heyecan içinde hangi bölüm olduğunu beklemeye başladı anne. Sinirler gerilmiş, heyecan dorukta. Sonunda beklenen an geldi ve dış ses o sihirli kelimeleri söyledi.

-Köpek sorunu.

Evdeki ampul sayısında ani bir artış oldu ve kızım huzur içinde istediği bölümü seyretmeye başladı. Biz de Zilli Prenses Hazretleri'nin taleplerine ve sevdiklerine karşı daha dikkatli olmamız gerektiğine karar vererek korku içinde bir sonraki buyruğunu beklemeye başladık.

Çarşamba, Haziran 29, 2011

2 Yaşındayım, Eli Maşalıyım

Sabır dediğimiz şey meğer ne kadar esnek ve mitoz bölünen bir şeymiş. Kalmadı denilen noktada hemen yeni parti geliyor. Eskiden hep merak uyandırırdı, bu yaşta çocukları olan ebeveynler niye şaşı bakıyor diye ama sonunda ben de öğrendim. Çocuğun bebeklikten çıkış ve kişilik oturtma safhasına ecnebiler Terrible Two diyorlar ama bunun için anadilimizde harika bir karşılık varken hiç özentiliğe gerek yok. Canavar!




Evde herkesin rolü yavaş yavaş belli oluyor. Bir değişiklik olmazsa Zilli Prenses bana Alfred hatta nezaketi bir tarafa bırakırsak Igor muamelesi yapıyor. Gece su için uyandığında, içtikten sonra bardağını almak için uzanan annesine kıyamayarak yerine koymam veya yeniden doldurmam için "Baba sen al" diye bana uzatmasının başka açıklaması yok. Ardından uykuya devam edip etmeme kararı da gergin bekleyişlere sebep oluyor. O da dert değil, yanımızda yatsın tabii. Ama annesi mutfakta su içerken "Haydi güzelim, uyu" diyen babaya da "Annem gelsin öyle" diyip kıçını dönmek ayıptır. Bu arada ışığı bana kapattırdığını da eklemeden geçmeyeyim.

Tekme-tokat-amonyak sabahı ettikten sonra göğüs kafesi üzerine inen iki yumruğa eşlik eden "Baba!" çığlığıyla uyanmak ne kadar keyifli anlatamam. Ama insan gözünü açtığında evladının o gülen yüzünü görünce her şey değişiyor. Hemen yanağına bir öpücük kondurup günaydın diyen baba, "Baba fazla öpme" lafını da yedikten sonra homur homur yataktan kalkar. Yapacak bir şey yok, emir büyük yerden. Öpmek de karneyle artık.

Kızım çalışmamızı hiç sevmiyor, özellikle annesi çalışmaya oturduğunda her türlü maymunluk, yetmezse taciz yöntemi kullanılıyor. İtme, çekme, ısırma, sırta binme, kablo çekme, bardak kaçırma, buzdolabını boşaltma, Frodo'ya binme gibi yöntemler de bunlardan bazıları. Yalnız şu aralar galiba çalışma-para-oyuncak bağıntısını çözmeye başladı. Oyuncağını Frodo'ya verdiği için annesinin bir daha oyuncak yok ültimatomuna maruz kalan Zilli Prenses yanıma gelerek "Bana sen çalış, para kazan" dedi. Sebebini sormak gafletinde bulundum ve yeni oyuncak talebini dile getirdi. Zaten onun için de önce para çekmek lazımmış, bilmiyorduk öğrendik.

Nereden öğrendi bilmiyoruz ama olumlu yanıt vereceği her soruya "Evet, tabii ki" diye cevap vermeye başladı.

-Kızım aç mısın?
-Evet, tabii ki.

-Kızım sokağa çıkalım mı?
-Evet, tabii ki.

-Kızım ben senin tepende böyle dikilmek zorunda mıyım?
-Evet, tabii ki.
-?!#/...

Genel olarak şu meşhur 2 yaş sendromumuz her çocukta olan ara ara çığlık atma, vurma ve anlık olarak sevdiğini sevmeme belirtilerinin dışında bunun gibi yan etkilerle devam ediyor. Azimliyiz, atlatacağız, hâlâ antidepresan kullanmadık ama hanımefendi yattıktan sonraki saatlerde alkol tüketimimiz fark edilir şekilde arttı. Şerefe!

Cumartesi, Nisan 09, 2011

Vezir yok, rezil verelim

Böyle tuhaf bir dönem. Cümleler kuruluyor, bazı ifadeler yerli yersiz kullanılıyor, tekrarlar bozuk plaklara bile "Behey yeter" dedirtecek sıklıkta. Ama en çaresiz kalınan nokta kimin neye, nasıl ve ne zaman tepki vereceğinin artık iyice kestirilmiş olması.

Annesi bezelye yedirmeye çalışırken ince ve cilveli bir sesle "Babaaaa" diyerek sarılmalar ve beş dakika sonra televizyonda Rezil Robbie çıkmadı diye piyano çalan Tom'unkilerle aynı kaderi paylaşan az önceki babanın laptopta yazı yazan parmakları. Rezil Robbie başladıktan sonra yeniden alevlenen baba aşkı, yatma saati geldiğinde annenin kucağına gidildiğinde biter. Çünkü kızına iyi geceler demek isteyen baba veya sevgili eşimin bu aralar verdiği isimle Igor, "Baba değil, sen git. Çekil" lafıyla tırıs tırıs işinin başına döner.


Ancak sevgili kızımın raporlama becerisi hayli gelişmiş. Her düştüğünde bize fırsat vermeden kafayı kaldırıp "İyiyim" demesi veya "Oh bu lokmayı da yuttu" diye sevinirken burnunuza sokulan çiğnenmiş yemeği teyit amaçlı "Çıkardım."

Dürüstlükte de üstüne yok. Evin bir köşesinden yükselen ani çığlıkla arka tarafa doğru heyecan içinde koşulur. Koridorda aksi yöne giden Fofo'yla kısa süreli bir geçiş karmaşası yaşanır ve annesinin yanında Mini-Me gibi duran hanım kızımıza ulaşılır. Ne oldu ne bitti diye sormaya bile gerek yoktur aslında zira yanağındaki morlaşmaya başlamış kısım olayı açık ve seçik ifade ediyordur. Yine de adetten sorulur. Gelen cevap tabii ki bizi şaşırtmaz. "Fofo, ısırdı, uf." Soruşturmaya devam etmek lazım. Hemen ikinci soruya geçilir:

-Sen ne yaptın kızım?
-Buli buli hehehehehehe.

Bilmeyenler olabilir, onlar için açıklayayım. Bu bulibuli denen meret, köpeğin gözüne parmağı sokup patisinden çekerken "Öpüjeeeem" diye ağzının içine girmeye çalışmaktır. Kolay iş değil yani.

Ölçüsünü de bilir benim kızım. Oyun oynarken gıdıklamanın, öpmenin, kovalamanın miktarında ve süresinde herhangi bir aşırılığa kaçılması durumunda hemen "Yeter" diye uyarıyı yiyor ev halkı. Güzel, itirazımız yok. Sululuktan hoşlanmıyoruz. Ancak olayın bir de toplumsal boyutu var. Ailece dışarıda yemek yemeye çıkılan bir günde önündeki yemek yerine başka bir şey isteyen çocuğa densiz baba "Önce önündekini bitir kızım" deme cüretinde bulunursa, karşısında yarı ağlamaklı ve yüksek bir sesle "Yeter, yeter" diyen velet sayesinde yan masalardan atılan pis bakışları hak etmiş demektir.

Dediği yapıldığı sürece 2 yaşındaki bir kızla geçinmek çok kolay. Yapılmayacağı zaman da önceden önlemi alıp dizlik, kask, kulak tıkacı hazır bulundurmak şüphesiz her ebeveyn için hayat kurtaran önlemlerdir. Bu sendrom geçince babacı olacakmış. Bekliyoruz artık, ne yapalım?