Çarşamba, Eylül 07, 2011

Yorulursa Uyur

Çocuklar için en çok kullanılan laflardan biri. "Oh oh koşsun, coşsun. Akşam da güzel güzel erkenden uyur." Biz de aynı umutları besleyen saf bir çifttik. Bugüne kadar. Bugün tüm hayallerimiz, umutlarımız yıkıldı. Bugün geleceğe dair umudumuz kalmadı. Bugün tükendik. Yorgunuz.

Zilli Prenses 09.00'da kalktı ve yatağımıza geldi. Ne güzel, insanın sabah evladının sesiyle (ve tokadıyla) uyanması kadar güzel bir şey olamaz. Kahvaltı faslına girişildi. O arada Sayın Genelkurmay Başkanı "Hani adaya gidecektik?" diye sorunca ben de cengaver koca olarak hemen "Toplanın gidiyoruz" cevabını verdim. Toplandık. Ama çıkamadık. Çünkü arabanın anahtarı ortalarda yoktu. Motora 20 dakika vardı ve arabanın anahtarı kayıptı. Hummalı bir arama-kurtarma çalışması başladı. O çekmece benim, bu buzdolabı da benim, hepsi kesinlikle benim aranmaya başlandı. Çok iyi saydım, tam iki defa Zilli Prenses'e arabanın anahtarını görüp görmediğini sordum. İkisinde de "Hayır, ben görmedim" cevabını aldım. Motoru kaçırdığımız kesinleşti. Küçük odadaki oyuncak sepetine bakmış mıydık istişaresinin ardından sözü geçen sepete gidildi ve oradaki şekil öğretici atlı karıncamsı oyuncağın içinde Keçi'nin anahtarı duruyordu.

-Kızım hani yerin bilmiyordun?
-Aaaa bulmuşsun baba, bravoooooo!

Evin Büyük Hanım'ı yine bir şey demeden uzaklaştı ve ayakkabılarını giydi. Yola çıkıldı ve motora bindik. Motorun denizde yarattığı köpüklerin kendisi için olduğunu iddia eden kızımla olaysız bir yolculuk geçirdikten sonra Büyükada'ya vardık. Oraya buraya kaçan kıvırcık tehlikenin peşinde koşmaktan arta kalan zamanda çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği yerlerin ne kadar değiştiğini konuşup durduk. Bezi bırakalı birkaç hafta olduğu için çiş konusuna ekstra dikkat ediliyor. "Çişin var mı?" sorusuna alınan yarım yamalak bir cevap hemen ebeveyni alarma geçiriyor. Bir pastaneye girdik ve kahveyle limonata söyledik. Arada hanımlar tuvalete gitti. Tabii ki daha önce onlarca kez başımıza gelen sahne tekrarlandı. Çocuğu klozete uygun ve maksimum hijyen sağlayacak pozisyonda oturtmaya çalışmış ve şaşı olmuş anneyle çişini yapmamış çocuk geri döndüler.

Oradan kalktıktan sonra öğle yemeğimizi yemeye gittik. Nispeten olaysız geçti. Karabatak, martı ve leylek  seyretme aşkına bir şeyler yiyebildik ve yedirebildik. Hemen ardından da faytona binip küçük tura çıktık. Atlar, kakaları, eşekler ve kulakları hakkında önemli meseleler konuşarak geçen fayton yolculuğumuz atlardan birinin tökezleyip düşmesiyle bir anda aksiyon kazandı. Kireç Suratlı Karım adlı romanı da yazmaya böyle karar verdim zaten.

Turu bitirdikten sonra tıkınma seansımıza devam ettik ve Zilli Prenses'in yere oturup adanın köpeklerine telefondaki kendisine ait fotoğrafları ve videoları izlettirmesini seyre koyulduk. Kendi aralarında bir haberleşme sistemi olsa gerek çünkü o tarafa doğru gelen iki köpek de son anda ters tarafa dönüp hızla uzaklaşmaya başladı.

Dönüşte motorda uyumasın diye her türlü maymunluk yapıldı. Eve geldiğimizde saat 18.00'e geliyordu ve iki saat daha oyalarsak erkenden yatacağına ve bizim de biraz dinlenebileceğimize kanaat getirdik. İşte bu bizim ölümcül hatamızdı. Sekizde yemeğini yiyen çocuk koltuğuna geçti ve Tembel Kasaba izlemeye başladı. Sevgili arkadaşlarımızın Twitter üzerinde yaptığı birlikte maç ve ıslak kek davetini bile geri çevirmek zorunda kaldık çünkü gözler artık açıktan çok kapalı konumda duruyordu. Ne kadar safmışız ki bunun kalıcı olacağını sandık. Maç başladı ve daha üçüncü dakikada bizimki ayaklandı ve küçük odadaki el arabasını getirip içindeki oyuncakları salonun ortasına döktü. İçeriden "Chucky mi lan buuuu?" diye bir çığlık geldi ama cevap verecek durumda değildim çünkü karşımdaki velet "Baba sen maç seyretme, gel oynayalım" diyordu. Bunun ailemiz için tanıdık bir sahne olduğunu yakınlarımız iyi bilir. Ne kadar dil döktüysek de yatmaya ikna edemedik. Sonunda tüm babalık otoritemi kullanarak "Haydi bakalım, yatıyorsun. Hemen yatağa" dedim. Annesiyle yatmak isteyen Chucky'nin Gelini bizim odaya konuşlandı. Israrlara dayanamayarak ben de yanlarına uzandım. Karanlıkta hafif hafif mayışmaya başlarken soluma döndüm. Dudaklarıyla oynayan ve gözlerini bana dikmiş çocuğu gördüm. Kendime sabır diledim, hanımefendi annesine döndü. Bir süre daha bekledim. Anne hazretleri de mayışmaya başlamıştı ve hemen çocuğa eğilip uyudu mu diye bakmak istedim ve anında geri kaçtım çünkü burnuma doğru gelen ağzı ve ısırmaya hazır dişleri fark ettim. Kaçtığım anda da arkasından bir kahkaha işittim. Uyumamış. Hâlâ uyumamış.

Çaresiz kalkın çıkıyoruz dedim. Yakındaki McDonald's'a gidip birer hamburger alalım, herhâlde yolda uyur ortak kanısına vardık. Kızım hazretleri annesine bakıp "Sen de gelecek misin anne? Biz babamla gidiyoruz" dedi. Annenin bakışları o anda çok şey anlatıyordu ama çaresizlik en belirginiydi. Kalktık, çıktık, birer hamburger yedik, tuvalet faslını tekrar yaşadık, çocuk merdivenlerden ve cam kenarlarından zıplayıp tek elle sandalyelere tırmandı, korktuk, ürktük, tükendik. Daha bir aylıkken o zamanki doktorunun söylediği ve türkçe meali "Sıçtınız" olan açıklamayı hatırladık. Bu gerçekten böyle gidecekti. 2,5 yaşına gelmişti ve ilk günkü kadar uyku düşmanıydı.

Başımız öne eğik dışarı çıktık. Arabaya bindik ve sağ şerit boyunca semt turu atmaya başladık. Sonunda uyudu. Ve döndük. Korkarak arabadan çıkardık. Korkarak yatağına yatırdık. Korkarak derin birer nefes aldık. Ve yorulduğumuzu fark ettik. Kahve zamanı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder