Cumartesi, Eylül 17, 2011

Baba Olmanın Dayanılmaz Paniği


Son kararım Zilli Prenses'in fazla hızlı büyüdüğüdür. Elini ayağını kontrol edemeyen patates suratlı canlıdan şu anki hâline evrilmesini hâlâ tam olarak kabullenemedim ama utanmadan bir de yuvaya başlayacak şimdi. Muhterem eşimin yaptığı ön görüşmeler sonucunda Berserker Mode'a bağlamadan konuşup anlaşabileceğim iki adet yuva tespit edildi. Bir hafta boyunca her gün sırasıyla sebepsiz bir şekilde karnım, başım, bileğim ve bacağım ağrıdığı için gidemediğimiz bu yerlere Cuma günü sürüklenerek götürüldüm. Yuva dediniz mi zaten illa ki başka çocuklar ve bir sürü oynayacak şey oluyor etrafta. İçeri girdikten sonra babayı kim takar? Oynadığı yere bakan pencereden kafayı uzatıp hatırını sorduğum zaman da hanımefendi beni şöyle bir süzüp cevap vermeden oyununa döndü her seferinde. Uyuz.

Fazla uzatmayayım, sonunda gideceği yuvaya karar verildi. Anne mutlu, çocuk mutlu, baba dağ başında yaşama planları yapıyor. Bu kadar karmaşık duygular içinde eve vardık. Fırsatını bulduğumuzda hanımefendiye okulda nasıl davranması gerektiğini ve orada nelerle karşılaşabileceğini anlatıyoruz. Klasik ebeveyn davranışları işte. Abartmamak da lazım. Parkta çocuğuna "Vur gözüne sen de!", "Vermesene sıranı evlaaadııım!", "Sen niye ona vurmuyorsun, hı?" diyen süpersonik ebeveynlere de benzememek lazım. Aradaki çizgi pek ince olmasa da bazı dürtülerin fırsat kolladığını inkâr etmeyeceğim. Okulun verdiği ankette bulunan "Hangi etkinliklerde yer alabilirsiniz?" sorunundaki tüm şıkları işaretlemek üzereyken sevgili eşimin "Kurabiye mi pişireceksin çocuklarla manyak?" uyarısıyla kendime geldim. Her şeye de bir cevabı var hanımefendinin. Uyuz.

Bu meseleyi de hallettikten sonra normal hayatıma dönmeye çabalamaya başladım. Bizim Fofo'nun da hazır çişi gelmiş belli, onu kapıp sokağa çıkayım dedim. Maalesef oğlumun en büyük korkusu da o anda gerçekleşti. Tasma sesini duyan Zilli Prenses koşarak içeriden geldi ve "Baba ben de Frodo'yu gezdirüüm" dedi. Ne kadar dil döktüysem vazgeçiremedim ve Emel Sokak'ta Kâbus: Fofo'nun Kâbusları adlı filmde yeni bir bölüm başladı. Tek isteği işemek ve belki de bir büyüğünü yapmak olan köpek hayvanı,  üzerine binmek isteyen çocuktan kaçmak için taksitli işeme seçeneğini kullanmak zorunda kaldı. Bu arada tasmanın yaklaşık 15 santiminin kendisine kalması da sıkıntı verici bir gezinti olmasına sebep oldu. İşemenin üçüncü taksitinden sonra sitenin kapısına yöneldi ve köpek üstü bir çabayla eve doğru gitmeye çalıştı. Onun da işi zor. Bazen hayvan boş boş ufka dalıyor ve o arada sol gözünün seğirdiğini görüyorum. Evin tek hâkimiyken sonradan gelen garip yaratığın saltanatı ele geçirmesini çaresizlikle izledi. Ayda bir mesaneyi eve boşaltarak tepkisini dile getirmeye de devam ediyor. Uyuz.

Akşam geç saate kadar çalıştığım için muhterem eşim bana kıyamadı ve bu sabah biraz fazla uyumama izin verdi. Hanımlar kalkıp kahvaltılarını ettiler. Yarım saat sonra da ben kalktım ve koridora çıktığımda salon tarafından gelen kıvırcık deli koşarak boynuma sarıldı ve hayatımı altüst etti. Başını omzuma koydu ve bana "Seni çok seviyorum baba" dedi. Tutuldum. Japon çizgi filmlerindeki gibi ağlamamak için kendimi kastım ve sadece ağlamaklı bir sesle "Ben de seni seviyorum" diyebildim. Dolu dolu gözlerle baktığım Genelkurmay Başkanımız "Aaaa sana ilk defa mı söyledi? O yüzden mi böyle oldun?" deyince de homurdanarak giyinmeye gittim. Arkamdan daha neler çeviriyorlar da haberim yok acaba. Uyuzlar.

Çarşamba, Eylül 07, 2011

Yorulursa Uyur

Çocuklar için en çok kullanılan laflardan biri. "Oh oh koşsun, coşsun. Akşam da güzel güzel erkenden uyur." Biz de aynı umutları besleyen saf bir çifttik. Bugüne kadar. Bugün tüm hayallerimiz, umutlarımız yıkıldı. Bugün geleceğe dair umudumuz kalmadı. Bugün tükendik. Yorgunuz.

Zilli Prenses 09.00'da kalktı ve yatağımıza geldi. Ne güzel, insanın sabah evladının sesiyle (ve tokadıyla) uyanması kadar güzel bir şey olamaz. Kahvaltı faslına girişildi. O arada Sayın Genelkurmay Başkanı "Hani adaya gidecektik?" diye sorunca ben de cengaver koca olarak hemen "Toplanın gidiyoruz" cevabını verdim. Toplandık. Ama çıkamadık. Çünkü arabanın anahtarı ortalarda yoktu. Motora 20 dakika vardı ve arabanın anahtarı kayıptı. Hummalı bir arama-kurtarma çalışması başladı. O çekmece benim, bu buzdolabı da benim, hepsi kesinlikle benim aranmaya başlandı. Çok iyi saydım, tam iki defa Zilli Prenses'e arabanın anahtarını görüp görmediğini sordum. İkisinde de "Hayır, ben görmedim" cevabını aldım. Motoru kaçırdığımız kesinleşti. Küçük odadaki oyuncak sepetine bakmış mıydık istişaresinin ardından sözü geçen sepete gidildi ve oradaki şekil öğretici atlı karıncamsı oyuncağın içinde Keçi'nin anahtarı duruyordu.

-Kızım hani yerin bilmiyordun?
-Aaaa bulmuşsun baba, bravoooooo!

Evin Büyük Hanım'ı yine bir şey demeden uzaklaştı ve ayakkabılarını giydi. Yola çıkıldı ve motora bindik. Motorun denizde yarattığı köpüklerin kendisi için olduğunu iddia eden kızımla olaysız bir yolculuk geçirdikten sonra Büyükada'ya vardık. Oraya buraya kaçan kıvırcık tehlikenin peşinde koşmaktan arta kalan zamanda çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği yerlerin ne kadar değiştiğini konuşup durduk. Bezi bırakalı birkaç hafta olduğu için çiş konusuna ekstra dikkat ediliyor. "Çişin var mı?" sorusuna alınan yarım yamalak bir cevap hemen ebeveyni alarma geçiriyor. Bir pastaneye girdik ve kahveyle limonata söyledik. Arada hanımlar tuvalete gitti. Tabii ki daha önce onlarca kez başımıza gelen sahne tekrarlandı. Çocuğu klozete uygun ve maksimum hijyen sağlayacak pozisyonda oturtmaya çalışmış ve şaşı olmuş anneyle çişini yapmamış çocuk geri döndüler.

Oradan kalktıktan sonra öğle yemeğimizi yemeye gittik. Nispeten olaysız geçti. Karabatak, martı ve leylek  seyretme aşkına bir şeyler yiyebildik ve yedirebildik. Hemen ardından da faytona binip küçük tura çıktık. Atlar, kakaları, eşekler ve kulakları hakkında önemli meseleler konuşarak geçen fayton yolculuğumuz atlardan birinin tökezleyip düşmesiyle bir anda aksiyon kazandı. Kireç Suratlı Karım adlı romanı da yazmaya böyle karar verdim zaten.

Turu bitirdikten sonra tıkınma seansımıza devam ettik ve Zilli Prenses'in yere oturup adanın köpeklerine telefondaki kendisine ait fotoğrafları ve videoları izlettirmesini seyre koyulduk. Kendi aralarında bir haberleşme sistemi olsa gerek çünkü o tarafa doğru gelen iki köpek de son anda ters tarafa dönüp hızla uzaklaşmaya başladı.

Dönüşte motorda uyumasın diye her türlü maymunluk yapıldı. Eve geldiğimizde saat 18.00'e geliyordu ve iki saat daha oyalarsak erkenden yatacağına ve bizim de biraz dinlenebileceğimize kanaat getirdik. İşte bu bizim ölümcül hatamızdı. Sekizde yemeğini yiyen çocuk koltuğuna geçti ve Tembel Kasaba izlemeye başladı. Sevgili arkadaşlarımızın Twitter üzerinde yaptığı birlikte maç ve ıslak kek davetini bile geri çevirmek zorunda kaldık çünkü gözler artık açıktan çok kapalı konumda duruyordu. Ne kadar safmışız ki bunun kalıcı olacağını sandık. Maç başladı ve daha üçüncü dakikada bizimki ayaklandı ve küçük odadaki el arabasını getirip içindeki oyuncakları salonun ortasına döktü. İçeriden "Chucky mi lan buuuu?" diye bir çığlık geldi ama cevap verecek durumda değildim çünkü karşımdaki velet "Baba sen maç seyretme, gel oynayalım" diyordu. Bunun ailemiz için tanıdık bir sahne olduğunu yakınlarımız iyi bilir. Ne kadar dil döktüysek de yatmaya ikna edemedik. Sonunda tüm babalık otoritemi kullanarak "Haydi bakalım, yatıyorsun. Hemen yatağa" dedim. Annesiyle yatmak isteyen Chucky'nin Gelini bizim odaya konuşlandı. Israrlara dayanamayarak ben de yanlarına uzandım. Karanlıkta hafif hafif mayışmaya başlarken soluma döndüm. Dudaklarıyla oynayan ve gözlerini bana dikmiş çocuğu gördüm. Kendime sabır diledim, hanımefendi annesine döndü. Bir süre daha bekledim. Anne hazretleri de mayışmaya başlamıştı ve hemen çocuğa eğilip uyudu mu diye bakmak istedim ve anında geri kaçtım çünkü burnuma doğru gelen ağzı ve ısırmaya hazır dişleri fark ettim. Kaçtığım anda da arkasından bir kahkaha işittim. Uyumamış. Hâlâ uyumamış.

Çaresiz kalkın çıkıyoruz dedim. Yakındaki McDonald's'a gidip birer hamburger alalım, herhâlde yolda uyur ortak kanısına vardık. Kızım hazretleri annesine bakıp "Sen de gelecek misin anne? Biz babamla gidiyoruz" dedi. Annenin bakışları o anda çok şey anlatıyordu ama çaresizlik en belirginiydi. Kalktık, çıktık, birer hamburger yedik, tuvalet faslını tekrar yaşadık, çocuk merdivenlerden ve cam kenarlarından zıplayıp tek elle sandalyelere tırmandı, korktuk, ürktük, tükendik. Daha bir aylıkken o zamanki doktorunun söylediği ve türkçe meali "Sıçtınız" olan açıklamayı hatırladık. Bu gerçekten böyle gidecekti. 2,5 yaşına gelmişti ve ilk günkü kadar uyku düşmanıydı.

Başımız öne eğik dışarı çıktık. Arabaya bindik ve sağ şerit boyunca semt turu atmaya başladık. Sonunda uyudu. Ve döndük. Korkarak arabadan çıkardık. Korkarak yatağına yatırdık. Korkarak derin birer nefes aldık. Ve yorulduğumuzu fark ettik. Kahve zamanı.