Pazar, Ekim 16, 2011

Dedik ki Gezelim

Cuma akşamı uzun zamandır canı onun tabiriyle "Şöyle baba bir İskender" çeken eşime ertesi sabah Bursa'ya gitmeyi teklif ettim. Tabii ki hayır demedi. Ne yapsak, nasıl yapsak, kaçta yapsak gibi görüşmelerin ardından kusursuz bir plan oluşturduk ve tabii ki yine ailemizin en büyük özelliğini unutarak erken kalkmak üzere yattık.

Ailemizin en büyük özelliği de yaptığımız hiçbir programa ilk dakikasından itibaren uyamamak olduğu için ertesi sabah ilk iş olarak Pendik-Yalova feribotunu kaçırdık. Sabahın yedisinde uykusunda uyandırılmış dünya tatlısı ve her konuda uyumlu çocukla birlikte Eskihisar'a çevirdik rotamızı. Otuz saniyelik aralıklarla "Ben gemiye binmiycüüüm", "Baba ne zaman gemiye bincüüz?" gelgitlerini yaşamaya başladığımız noktada canım hayat arkadaşımla "Dönsek mi acaba?" bakışlarını attık. Ama kararlıydık. Feribota bindik. Üst kata tost almaya çıktık. Kıvırcık Tehlike ve annesi vapurda rutin teftişlerde bulunurken ben de tostlarımızı aldım. Bir anda tost sevdası kabaran Zilli Prenses annesinin tostunu zorla alarak az önceki feribot rutinini tosta uyarladı. Dışarıdan bir babanın, bir çocuğun tostundan yiyen anne tuhaf görünse de bu şekilde beslenmeye devam ettik.




Yalova-Bursa arasını uyuyarak geçiren Zilli Prenses gezmeyi planladığımız yerlerde huysuzluk çıkarmaz umuduyla doldurdu içimizi. Bu arada muhterem Frodo'nun da bu gezide bize eşlik ettiğini eklemek istiyorum. Ailemizin bir üyesi olarak herhangi bir organizasyonda arıza çıkarmaması tabii ki imkânsız. İshal köpekle seyahate çıkmak mola sayısını %200 artırıyormuş, onu öğrendik. Ama Hünkâr Köşkü yokuşunda geç fark ettiğim irice bir tümseğin üzerinden uçarken dikiz aynasında tavandan seken köpeği görmek tüm dertlere değdi.

Hünkar Köşkü, Ulucami, Kapalıçarşı ve çevresinde kaçmak ve geri dönmemekte ısrar etmek dışında fazla sorun çıkarmayan küçük hanım, yorgunluk belirtileriyle birlikte normal hâline döndü. Yani canımıza okumaya. Sırasıyla kül tablası, ceviz, simit, yeşil çay, cezve ve fotoğraf makinesi krizlerine giren hanımefendiyi sakinleştirmek için dağa çıkmayı teklif ettik. Aşağıdan hoş göründü ve kabul etti ama teleferik yolculuğunun ikinci kısmında dönüşün sıkıntılı olacağının sinyallerini verdi. Ufak bir parantez açayım. Yukarı çıkana kadar 6-7 tane direk atlaması yapılıyor ve tren köprüsünden arabayla geçmişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Teleferikteki otuz kişinin "Huuoooooppalaaaaa", "Ayyyyy Recai!", "A... koyyim" feryatları da pek yardımcı olmuyor.

Tepeye çıktığımızda önce biraz yürüyüş yaptık. Epey sisli bir havada bir süre yürüdükten sonra hafif ürpermeler eşliğinde bir şeyler içmek, yemek ve ısınmak amacıyla başlangıç noktamızdaki lokantaya doğru yola çıktık. Zilli Prenses'e yankının ne olduğunu öğretmek için uğraştık ama korktuğunu belirterek hemen buna bir son vermemizi emretti. Haklı, korkutmanın alemi yok çocuğu. Ama aynı çocuk lokantada yemek yerken yankı etkisi elde etmek için duvarlara ismini bağırınca anne ve babaya göz yuvarlamak kalıyor.

Dönüş için teleferiğe binmemizin ardından baba olmanın insanı ne kadar yaratıcı ve toplum gözünde maymun yaptığını da öğrenmiş oldum. Her direkte "Baba sallandık mı?" diye soran kucağımdaki çocuğu rahatlatmak için "Hayır kızım, horon teptim", "Hayır kızım hıçkırık tuttu" gibi cevaplar vermek zorunda kaldım. İşe yaradı mı? Yaradı. Gerisi teferruattır.

Saat 19.30 gibi başladığımız dönüş yolculuğumuzda ufak tefek alışverişler için durduk. 20.30'a doğru sızan Zilli Prenses feribottan inerken uyandı ve ben bu yazıyı yazarken hâlâ uyanık. Bu arada sabah yedide evden tam kadro çıkıp da gecenin on birinde ellerinde pazar torbalarıyla dönen site sakinlerini gören güvenliğin "Manyak bunlar" bakışları da gözümüzden kaçmadı. Karım gittiği şehirlerin pazarlarını eve getirmeyi seviyor, elimden bir şey gelmez.

1 yorum:

  1. heyecanla okudum ama iskender yendi mi, noldu? lezzetlimiydi? istanbul ici muadili var mi? sorularina da yanit bekliyorum..

    YanıtlaSil